31 Aralık 2012 Pazartesi

Sofistike Bir Yeni Yıl Tebriği

Bugün 31 Aralık 2012...
Yine koskoca bir yılı geride bıraktık. Yine bir dünya şey sığdırdık geçirdiğimiz 365 güne...
İşin garibi kısa süre sonra hepsini unuttuk. Acısını da, sevincini de, mutluluğunu da, hüznünü de hepsini unuttuk...

Zaman mı nankör biz mi nankörüz bilmiyorum ama, biz bugünlerde mutluluğumuzu da acımızı da unutur olduk... Son yıllarda ne mutluluğumuz mutluluk, ne de hüznümüz hüzün... O kadar hızlı tükettik ki her şeyi resmen anlık yaşar hale geldik...

Zaman geçti, biz anılarımızı anlara sığdırdık, anlar geçti biz her şeyi unuttuk...
Dün ölüyorum dediğimiz şeyler için bugün iyi ki yaşıyorum dedik...
Çok değil kısa bir süre önce iyi ki varsın dediklerimize ise, bugün olmaz olsun dedik...
Dün milletçe birbirimize kenetlenmişken, bugün birbirimize düştük.
Dün çok sevdiklerimizden bugün nefret ettik...
Öyle ya da böyle yine koca bir yılı geride bıraktık... Ve en kötüsü yine her şeyi unuttuk...

Gözünüzü kapatın ve geride bıraktığınız bir yılı düşünün... O yıla neler sığdırdığınızı... Geçen zamanda kimleri kaybettiğinizi, kimleri kazandığınızı, neleri başardığınızı ya da ne hüsranlara uğradığınızı...

Şimdi 2013'e girmeye saatler kala, yeni başlangıçlara adım atmadan, kendi kendinize bir söz verin. 2013 benim yılım olsun diyin, geçmişte unuttuklarınızı bugün kendinize tekrar hatırlatın...
Ve yeni bir 365 güne merhaba diyin...

Umut ve sevgi dolu bir yeni yıl olması dileklerimle...


17 Aralık 2012 Pazartesi

Sevgilimden Ayrıldım Yenisi Nerede?

Biten bir ilişkinin ardından hemen yenisine başlama telaşı son dönemlerde etrafımdaki bir çok kişide gördüğüm, yeni nesil ilişkilerin en büyük sorunu. Hatta bunun bir adım ötesi daha var o da yenisini bulmadan bir öncekinden ayrılmama durumu...
Son zamanlarda ilişkileri devam ederken birbirleri için "Çok seviyorum, ölüyorum, bitiyorum" diyen çiftler, ilişkileri bittiği anda garip bir şekilde "Hayat devam ediyor, yenisi gelsin" moduna giriyor.


Ben bu kişilere doğal olarak "E hani aşkından ölüyordun?" sorusunu sormadan edemiyorum.
Çünkü bir insanı sevmek, onunla bir hayatı paylaşmak bu kadar değersiz ve ucuz olmamalı.
İnsanın karşısındakine olan saygısını geçtim, kendisine bir saygısı olmalı diye düşünüyorum.
Nihayetinde ilişkinin sonucu ne olursa olsun, bir süreliğine de olsa iki kişinin ortak paydada bir hayat paylaşımı var... Bu paylaşımın etkileri yeni nesilde bu kadar çabuk geçiyorsa eğer onların o "büyük aşkları"ndan şüphe duyarım açıkçası.

Anlamadığım şey şu aceleniz ne? Bir durun, nefes alın... Biten ilişkinizi bir sindirin, gözden geçirin, ilişkideki doğruları yanlışları bir kefeye koyun, ders çıkarmaya çalışın, kendi hatalarınızı belirleyin ve bir sonraki ilişkide yapmamanız gerekenleri irdeleyin.
Neden bu telaş? Bu kadar mı düşkünsünüz bazı şeylere? Hayatınızda bir erkek/kadın olmadan yaşamınızı sürdüremiyor musunuz?

Evet kabul ediyorum hayat devam ediyor, evet kabul ediyorum biten ilişkilere çakılıp kalmak anlamsız... Ama yine söylüyorum bir nefes alın. Yanlızlıktan bu kadar korkmayın, biraz kendi halinizde kalın, biraz kafanızı dinleyin. Karşınıza ilk gelenle birşeyler yaşamaya kalkışmayın.

Zaten bu yüzden değil midir ki son zamanlarda artan çarpık ilişkiler?
Başladığı gibi biten aşk hikayeleri...
Yine bu yüzden değil midir ki giderek duygusuzluğun artması, sadece cinselliğin ön plana çıkması?

Unutmamak gerekir ki mutluluk karşı cinsin bedeninde değil, kişinin kendi ruhundadır...


7 Aralık 2012 Cuma

Garip Bir Aşk Hikayesi

-"Seni seviyorum, ama olmuyor..." dedi çocuk...

Bir hikaye daha son buldu anlamsızca... Ayrı yollara, ayrı hayatlara, ayrı aşklara yöneldiler sessizce...
Sonrası sessizlik oldu, koca bir sessizlik.
Ne kız baktı arkasına, ne de çocuk geri döndü pervasızca... Garip bir kabullenişti belki de onlarınki umarsızca...

Garip bir aşk hikayesiydi bu, bir anda başlayan ve bir anda son bulan. Her şey o kadar hızlıydı ki aslında, bir başkasının yıllara sığdırabileceği yaşanmışlıkları, onlar o kısacık zamana sığdırdılar...
Aceleleri var gibiydi sanki, "o malum zaman" gelmeden önce her şeyi yaşamak ister gibiydiler belki de...
O kısacık zamana neler sığdırmadılar ki; aşkı, öfkeyi, hayal kırıklığını, heyecanı, paylaşmayı, şefkati, merhameti hepsini birbirlerinde buldular...
Ama her aşk gibi onlar da çabuk tükettiler birbirlerini, sevgilerini, hayallerini...

Mutluydular aslında, çoğu zaman birbirlerinin gözlerine bakıp susarlardı, "kelimeler kifayetsiz kalıyor" derler ya işte öyle bir şeydi onlarınki... Kelimeler yetersiz kalıyordu sevgilerini cümleye dökmeye...Onlar da hiçbir şey söylemiyordu bu yüzden sadece nemli gözlerle bakıyorlardı birbirlerine dakikalarca...

Neler yaşamadılar ki birlikteyken...
Yeri geldi, kalabalığın ortasından sıyrılmak için yaşlarına aldırış etmeden el ele tutuşup kahkahalar atarak koştular, yeri geldi bir bankta ayaza karşı sabahın 4'üne kadar oturdular, yeri geldi mehtaba karşı rakı içtiler, yeri geldi birlikte araba kullandılar, yeri geldi trafikte kırmızı ışıklarda tutkuyla öpüştüler, yeri geldi insanlar umurlarında olmadan gecenin bir yarısı bir parkın ortasında birbirlerine sarılıp gözlerinin içine bakarak dans ettiler...

Bu romantik çift nasıl ayrılır diyorsunuz değil mi? Birbirini seven iki taraf varken bir ilişki nasıl yürümez, nasıl olmaz diyorsunuz belki de...Ama bazen sadece sevmek yetmiyor derler ya işte öyle bir şeydi onlarınki...

Olmuyordu işte uymuyorlardı birbirlerine... Hayalleri, beklentileri, hayatları, değerleri, sevgi anlayışları farklıydı...
İki farklı hayatı bir hayat yapmayı başaramadılar işte...
Çok kısa zamanda başladılar kavgalara, anlaşmazlıklara, içinden çıkılmayan öfke nöbetlerine... Tükettiler birbirlerini, sevgilerini...

Bazen birbirlerine bağırırken kız dayanamaz dudaklarına yapışırdı çocuğun sussun diye, gözyaşları içinde öperdi onu içinin acımasına aldırış etmeden.
Bir başka tartışmada ise çocuk özür diler uzamasın diye başını kızın omuzuna yaslardı... Çoğu zaman kız "Yoruldum" derdi başka tek kelime etmeden... Dururlardı öyle saatlerce konuşmadan... Kırgınlıklarını onarmaya çalışırlardı o sessizlikte usulca...
Ama onaramadılar...

Diyorum ya o kadar hızlıydı ki her şey, birbirlerine olan sevgileri bitmemişti aslında ama bitmesinden korkuyorlardı belki de... Saygısızca, kavga kıyamet bitmesinden korkuyorlardı...
Oysa ne çok söz vermişlerdi birbirlerine, daha yaşayacak ne çok şeyleri vardı... Ama dedim ya uymuyorlardı, onlar iki farklı bedeni tek bir beden yapmayı beceremediler...

Gerçek aşk da bu değil midir zaten? Bir elmanın iki yarısı olabilmek...

Çocuk gözlerinde yaş "Beni iyi hatırla" dedi, kız ise hıçkırarak "Hoşçakal"...
Sessizce uzaklaştılar...



28 Kasım 2012 Çarşamba

Kadınlar Ne İstiyormuş? Anlayamadım da!

Son zamanlarda Yahu Bu Kadınlar Ne İster? yazımı okuyan tüm erkek okuyucularımdan aynı tepkiyi aldım: "Eeeee bu kadınlar ne istiyormuş yani?"
Bu tepkileri alınca gülmedim desem yalan olur. Çünkü bu durum sorunun kaynağını ortaya koyan çok güzel bir örnek oldu. O da şudur ki biz birbirimizi bir türlü anlayamıyoruz.

Açıkçası artık farklı dilden falan konuştuğumuzu düşünmeye başlayacağım. Neden diyecekseniz, bahsettiğim yazıyı okuyan tüm kadınlar "Evet işte bu!!" tepkisini verirken, erkek okuyucularım "Noldu şimdi ben anlamadım ki, kadına sevildiğini nasıl hissettireceğiz ki?" tepkisini verdi...

Şimdi değerli erkek okuyucularım sizin için durumu daha sade ve basit ifadelerle anlatmaya çalışacağım, bakın inanın zor değil :)

Şimdi soru cevap yöntemiyle çözümü size sunacağım:

Evet ne demiştik kadınlar sevildiğini hissetmek ister...

+Bir kadına sevildiğini nasıl hissettirsiniz?
-İlginizi göstererek.

+Bir kadına ilgi nasıl gösterilir?
-Günlük koşturmanızın arasında kadınınıza değer verdiğinizi göstererek.

+Değer verdiğinizi nasıl gösterirsiniz?
Geldik işin en caf caflı kısmına...

Değer vermek kavramı kişiden kişiye değişmekle birlikte, özünde karşıdakine kendini özel hissettirmek anlamına gelir. Herkesin mutlu olacağı, ya da kendini özel hissedeceği durumlar tabi ki farklıdır, çünkü bu noktada karakter, zevkler, yaşam biçimi vs. gibi  faktörler devreye giriyor.

Örneğin bir kadın kendisine çiçek alındığında kendisini özel hissederken, diğer kadın bir günaydın mesajıyla, bir başka kadın sabah işe giderken aldığı tatlı bir öpücükle kendini özel hisseder.
Ya da biri hiç ummadık bir zamanda işyerine gelen ufak bir hediyeyi aldığında, diğeri öğle arasında sadece onu sevdiğinizi söylemek için aradığınızda, öbürü ailenizle tanıştırıldığında özel hisseder.

Dediğim gibi bu özel hissetme durumları, bunu yapan kişiye, kadınına, yaşa, yetiştirilme tarzına ve ortamına göre değişir. Buradaki tek önemli nokta karşınızdaki kadının neden hoşlandığını, neyi sevdiğini ya da sevmediğini, onun tarzını ve karakterini öğrenmekten geçiyor.
Erkeklerin yaptığı en büyük hata, her kadına aynı cümleleri kurup, her kadına aynı davranmaktır.


Fakat siz X karakterindeki Ayşe'ye Y karakterindeki Aslı'ya davrandığınız gibi davranırsanız, o beklediğiniz mükemmel sonucu alamazsınız. Üzerine bir de ters tepki alırsınız. Örneğin; çiçek sevmeyen bir kadına çiçek aldığında ya da henüz erkeğin ailesiyle tanışmaya hazır olmayan bir kadını ailesiyle tanıştırmaya kalktığında, karşıdaki kadından istediği tepkiyi göremeyince erkek: "Bu kadınları mutlu etmek mümkün değil" şeklinde isyana başlar.

Oysaki kadınları mutlu etmek çok kolay ve bir o kadar da mümkündür. Burada tek yapılması gereken her kadını aynı kefeye koymayıp, biraz karşınızdaki kadını çözmeye çalışın.
İşin kolayına kaçmayın, eğer ki o kadınla bir ömür geçirmeyi hayal ediyorsanız, biraz düz erkek muhabbetlerinden, spordan, işten güçten kafanızı kaldırıp kadınınızla ilgilenin...

Biliyorum PES oynamak çok daha kolay ve zevkli ama üzgünüm, PES karın doyurmuyor ;)
Hadi size kolay gelsin.

13 Kasım 2012 Salı

Eyvah! Seni Seviyorum Dedi

Günümüzde insanlar tabulara o kadar bağlı yaşar hale geldi ki artık sevgisiz yaşayan bir toplum haline geldik.
İnsanlar artık karşısındakine sevdiğini söylemeye çekinir, korkar hale gelmiş. Hatta karşısındaki ona "Seni seviyorum" dediğinde panikleyip ne yapacağını bilmez hale gelmiş.

Birine “seni seviyorum” demek için illa ona aşık olmanız gerekmez, ya da ömür boyu sevecek kadar yoğun duygular hissettiğiniz anlamına gelmez.

Sizi mutlu ettiği, güldürdüğü, belki heyecanlandırdığı, belki güvende hissettirdiği belki de sadece varlığı size yettiği için birine “seni seviyorum” diyebilirsiniz.
Sevmenin bir zamanı, belli bir kademesi, ya da herhangi bir mertebesi yoktur. İnsanlar sevgiyi o kadar kalıplaştırmış ki herkesin ağzında “Seni seviyorum demek için daha erken değil mi?” nidaları yankılanıyor.
Cevap veriyorum…

Hayır değil.
Sevgiyi söylemek kötü değildir, sevgiyi söylemek karşınızdakine prangalarla bağlanacağınız anlamına gelmez.
Sevgiyi kalıplara sokmayın, sevgiyi sınırlandırmayın. Karşınızdaki kişi sizi o an mutlu ediyorsa ya da kendinizi iyi hissetmenizi sağlıyorsa, hele de içinizden söylemek geliyorsa, çekinmeyin söyleyin… 
Seni seviyorum diyin.
Hem kendinizi hem karşınızdakini mutlu edin… Etrafa pozitif enerjinizi yayın. Sevginin pozitif gücünü yayın.

Sevgilinize, arkadaşınıza, öğretmeninize, müdürünüze, kardeşinize, sizi mutlu ettiği zaman, enerjinizi yükselttiği zaman, yüzünü ışıldatan bir gülümseme yayıldığı zaman onu sevdiğinizi söyleyin.

Korkmayın bir şey olmuyor. Ben her gün yapıyorum :)

1 Kasım 2012 Perşembe

Yahu Bu Kadınlar Ne İster?

Senelerdir herkesin birbirine sorduğu ve bir türlü içinden çıkamadığı, üzerine kitaplar yazılan, filmler çekilen konudur kadınlar ne ister...
Kiminin içki sofrasında "Kanka bu kadının benimle derdi ne? Ne yapsam yaranamıyorum hatuna..." diye yakındığı,
Kiminin "Ne istiyorsun be kadın!" diye haykırdığı,
Kimininse "Ben aslında ne istiyorsa yapıyorum ama hala mutlu olmuyor..." diye söylendiği meşhur konudur bu.

Bu konuyu çözüme ulaştıran veya konuyu tam anlamıyla kavramış olan kişi henüz yer yüzünde bulunmamakla birlikte, çok zor değildir aslında kadınların ne istediğini anlamak. Hadi gelin birlikte bakalım...

Sevgili erkekler,
Bakın bu kıyağımı unutmayın şimdi sadece sizin için kısaca anlatmaya çalışacağım standart bir kadının neler istediğini...

Öncelikle kadınları birazcık da olsa ANLAMAYA çalışın.
Olaylara yüzeysel bakmayın biraz empati yapmayı deneyin, bir erkek kafasıyla kadın tarafından bakabilmek çok zor biliyorum ama en azından çaba gösterin ve en önemlisi de çaba gösterdiğinizi karşınızdaki kadına HİSSETTİRİN.

Karşınızdaki kadına DEĞER verin; ama kendi içinizde değil, verdiğiniz değeri karşınızdaki kadına HİSSETTİRİN.
Misal: O Fenerbahçe-Galatasaray maçını bir gün izlemeyiverin, maç saati kız arkadaşınız/eşinizle güzel bir akşam yemeği yiyin. Ve bunu yaparken lütfen daha sonra başımıza KAKMAYIN.(Şimdi içinizden "Bu mu yani değer kavramı?" diyorsunuz ama unutmayın ki  "Şeytan ayrıntıda gizlidir.")

Geldik esas hassas noktaya, ne mi?
Tabi ki İLGİ...
Kadınların en çok sevdiği şeydir karşıdaki erkeğin ona ilgi göstermesi. Tabi ki tüm işinizi bırakıp sabah akşam  kız arkadaşınızla/eşinizle ilgilenin demiyorum ama arada bir ilginizi ona HİSSETTİRİN.
Çünkü kadınlar sever arada bir arayıp sorulmayı, toplantı aralarında atılan ufak mesajları...(Evet şekilci miyiz, şekilciyiz ama böyleyiz yapacak bir şey yok.)

Tamam biliyoruz seviyorsunuz ve bunu her daim söylemeye gerek duymuyorsunuz ama arada sırada karşınızdaki kadına onu sevdiğinizi söyleyin. Minik jestler yapın, ufak sürprizler yapın... Yani demek istediğim sadece kendinizi değil, karşınızdakini de sevdiğinizi GÖSTERİN.
İçinizde yaşamayın sevginizi, çünkü kadınlar sevildiğini GÖRMEK ve DUYMAK ister. Biz sizin içinizi bilmiyoruz kısacası :)

Liste yapmaya kalkışsam bu yazı uzar gider...
Size bir sır vereyim mi? Aslında tek kadınların istediği tek şey karşısındaki erkek tarafından sevildiğinin hissettirilmesidir.
Anahtar kelime budur: "Sevildiğini hissetmek".
Çünkü bunu hisseden kadın, kendini güvende hissedecek ve devamında kafasındaki, erkeğine dair tüm soruları, teorileri, kurmacaları yıkmış olacaktır.
Sevildiğini hissetmeyen bir kadın mutsuz olur ve mutsuz olduğu oranda karşısındakini de mutsuz eder.

İşte sevgili erkekler olay bu kadar basit. Kadınınıza onu sevdiğinizi hissettireceksiniz sadece. Nasıl mı?
Onu da siz bulun :)
                                                                                                               
Merak etmeyin devamı gelecek...



9 Ekim 2012 Salı

Giderek Mutsuzlaşıyoruz

Şöyle dönüp bir kaç sene önceki resimlere baktım da az önce ve acı bir şekilde yaşlandığımı fark ettim gece gece.
Ne yaşlanması yahu daha 25 yaşındasın diyorsunuz değil mi...
O zaman hemen şimdi şunu yapın bir kaç yıl önce çekilmiş fotoğraflarınıza dönüp bakın, gülüşünüzün, bakışınızın ne kadar değiştiğini fark edeceksiniz. (Yok hala aynı dipçik gibiyim diyorsanız ne mutlu size orası ayrı)

Yıllar geçtikçe gülüşlerimize gölge düşüyor, hatta bu durum fotoğraflarımıza bile yansıyor. Önceden mutluluğumuz sadece dudaklarımıza değil gözlerimizin içine bile yerleşmişken bugünlerde gülüşlerimizde bir sahtelik,bir yorgunluk, bir hüzün var... Ne çabuk değil mi?

Annelerimizin zamanı bize göre çok daha ağır koşullardayken annelerimize hatta anneannelerimize bakıyorum dimdik ayakta duruyorlar, hala yaşamdan keyif alıyorlar ve en önemlisi pes etmiyorlar.
Eski zaman insanlarının hamurunda bir farklılık vardı herhalde.
Ya da teknoloji, o bu şu derken o kadar kolaya alıştık ki her şey bize zor geliyor artık...

Hayat bizi o kadar kolay yıldırıyor ki, ufacık şeyleri büyütüp o kadar çabuk mutsuz olabiliyoruz ki bazen ben bile şaşıyorum halimize... Etrafınıza bir dönüp bakın 3 kişiden 2si çağımızın hastalığı panik atağa yakalanmış durumda, panik atak değilse bile depresyonda falandır kesin...
Şimdilerde herkes pek bir mutsuz, pek bir hayattan elini eteğini çekmiş durumda...
Yolda yürüyen insanlara bakın suratlar hep yorgun, yüzler hep ifadesiz...

Evet belki hepimiz ağır hayal kırıklıklarına uğruyoruz, belki umduğumuzu bulamıyoruz, belki insanların anlayışsızlığı, dostların ayrı aşkların ayrı kazıkları belki fazlasıyla bizi yoruyor ama biz hiç savaşmıyoruz farkında mısınız?
İçimizdeki potansiyel gücü hep içimize atıyoruz ve hayata, insanlara teslim oluyoruz. İşin en kötüsü bunu fotoğraflarımıza kadar yansıtıyoruz.

Sanki doyasıya kahkaha attığımızda fırsat kollayan düşmanlar kahkahalarımızı boğazımıza düğümleyecekmiş gibi korkuyoruz. Mutlu olamıyoruz, mutlu olmayı bilmiyoruz ya da mutlu olmak kavramının ne olduğunu hatırlamıyoruz.
Ama şunu unutuyoruz dönüp arkamızı gittiğimiz her fırsatı elimizden kaçırıyoruz ve her kaçırdığımız fırsat için yarın pişman olup tekrar üzülüyoruz.

İşte bu yüzden...
Gülümsemeyi hatırlayın,
Sevmeyi hatırlayın, sevmenin verdiği huzuru hatırlayın,
Güven duygusunu hatırlayın ve güvenin sıcaklığını hissedin,
Sahip olduklarınızı hatırlayın ve elinizden kayıp gitmelerine izin vermeyin,
Kısacası yaşamın biraz tadını çıkarmaya çalışın, malum bugün var yarın yokuz...

"Hayatın trajedisi insanların ne konuda sıkıntı çektikleri değil, neleri kaçırdıklarıdır." Thomas Carlyle






27 Eylül 2012 Perşembe

Hissizleşiyoruz

Hayat artık şaşırtmıyor değil mi sizi?
İnsanlar, davranışlar, sizden bağımsız gelişen olaylar...

Artık birşey olduğunda eskisi gibi ağzınız açık bakmıyorsunuz artık belki de, şaşırmıyorsunuz, öfkelenmiyorsunuz, seneler önce olsa ağlamaktan kendinizi hırpaladığınız olaya bugün üzülmüyorsunuz bile belki de... Hatta bazen gülüp geçebiliyorsunuz bir de üstüne...

Çok değil bir kaç sene önce kafanıza takıp günlerce kurguladığınız ve sorguladığınız benzer olaylar için bugün "Neden?" diye bile sormuyorsunuz.

Gün geçtikçe daha umursamaz oluyorsunuz,
Daha az üzülüyorsunuz,
Daha çok bencilleşip,
Daha az empati yapıyorsunuz,
Kalabalığın ortasında bilinçli olarak yalnızlaşıyorsunuz,
Daha tepkisiz, daha vurdumduymaz oluyorsunuz...

Çünkü artık insanları tanıyorsunuz,
Çünkü artık hayatın gidişatını az çok tahmin edebiliyorsunuz.
Başkaları bunun için ön yargı derken siz buna TECRÜBE diyorsunuz.

İşte bu yüzdende gün geçtikçe hissizleşiyorsunuz...

23 Eylül 2012 Pazar

İstemek Yetmez Harekete Geçmek Lazım

Hayatta hep bir şeyler olsun isteriz. 
Aşk isteriz, iş isteriz, ev isteriz, araba isteriz, mutlu bir hayatımız olsun isteriz, huzurlu bir yuvamız olsun isteriz... 
İsteriz, hep isteriz ama istediklerimizi elde etmek için hiç çaba göstermeyiz. Hatta etrafımızdaki her şey sadece bizim istediğimiz gibi olsun isteriz, bir şeye sahip olmak için karşılıklı adım atmak gerektiğini asla kabul etmeyiz. 

"Ben böyle olmasını istiyorum." demekle yetiniriz, rahatımızdan asla ödün vermeyiz, hatta istediğimizin olması için kılımızı bile kıpırdatmayız. Ama sorsalar "Olmasını çok istiyorum." deriz. Ama hemen hemen herkesin de bildiği üzere bazı şeyler istemekle, istiyorum demekle, kısacası sadece dile getirmekle olmuyor. Çaba lazım, fedakarlık lazım, anlayış lazım, esneklik lazım... 
Ama her şeyden önemlisi istediğin şeyi gerçekten isteyip istemediğinin farkına varmak lazım.

Bu farkına varma süreci de bazen bazılarımızda o kadar uzar ki, o çok istediğini "zannettiği" şeyi olması gereken zamanda yakalayamaz. 
Çünkü üstüne düşmez, çünkü karşısına çıkan fırsatın hep onu orada öylece beklediğini düşünür, çünkü üşenir, çünkü fedakarlık yapmak istemez, çünkü bir gün yaparım nasılsa diye düşünür...

Ama bir gün bakar ki o fırsat elinden kaçıp gitmiş. Malum hayat devam ediyor ve gün geliyor çok istediğimizi zannettiğimiz şeylere başkaları sahip oluyor. Bu nedenden değil midir ki "Bu evi çok istiyordum ama başkasına satılmış." cümlesini hemen hemen etrafımızdaki herkesten duymamız...

İstediklerinize sahip çıkın, istediğiniz şeyler için çaba gösterin, hiç olmazsa uğraştığınızı belli edin...
Hayatta hiç bir şey önümüze hazır konmuyor, "Gelsin" diye beklemeyin siz gidin. 
İstediklerinize ulaşmak için harekete geçin hemen şimdi.!

Şimdi durup düşündüğünüzde hala bir gün yaparım diyorsanız, hiç uğraşmayın çünkü siz hayatınız boyunca kaybetmeye mahkumsunuz ve kaybeden taraf hep siz olacaksınız...

"Değerinizi yaptıklarınızla kanıtlarsınız, ağzınızla değil." Pat Riley

13 Eylül 2012 Perşembe

Sesleniş

Sakin kalabilmek lazım hayatta, en zor olay karşısında bile duruşunu bozmadan olgun düşünebilmek lazım.
Ne olursa olsun güçlü durabilmek lazım hayatta, seni dört bir yandan devirmek isteyenlere inat dimdik durabilmek lazım.

Yorulduğunu her hissettiğinde derin nefes alıp, başını kaldırıp, omuzlarını dikleştirmek lazım, yenilmemek adına...
Öfkelendiğini her hissettiğinde, öfkeyi kontrol edebilmek, öfkenin zayıflık olduğunu bilmek lazım, yeri geldiğinde en acı kayıplara sebep olduğunu fark etmek lazım belkide sonra başını taşlara vurmamak adına...

Anlayışı öğrenmek lazım hayatta, hatta öğrenmekle yetinmeyip uygulamaya geçirebilmek lazım yani işin aslı İNSANLARI ANLAMAK LAZIM.

Empati yapmak lazım hayatta, ben olsam ne yapardım diye düşünmek lazım, bencilliği bir kenara bırakmak lazım daha sonra yanlız kalmamak adına...

Sevgiyi gösterebilmek lazım hayatta, sevgiyi kendine saklamanın gereksiz olduğu bu dünyada aslında kendinden başka sevilecek insanların da var olduğunu hatırlamak lazım belkide...
Sevginin yanında saygı da göstermek lazım aslında önce kendine sonra karşındakine, rahat bir yaşam sürdürebilmek adına...

Aslında çok zor değil...
Kısacası biraz insan olmak lazım, insanın insana ihtiyacı olduğu şu kısacık hayatta...


10 Eylül 2012 Pazartesi

Güvenmiyor musun?

"Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez." demiş William Shakespeare...

İkili ilişkilerin yapı taşıdır "güven duygusu". İlişkideki en önemli unsurdur hatta. Belki de en önemli unsur olmasından dolayı hassastır, kırılmaya çok müsaittir. 
Çok değerli ve sağlam görünen taşlar nasıl yere düştüğünde bir anda tuzla buz olabiliyorsa, güven duygusu da aynı şekilde ufacık bir hatada tuzla buz olabilir, dağılabilir ve tekrar geri gelmeyebilir.

Öte yandan güven duygusu sarsılırsa ya da zedelenirse hem ilişkiye hem de ilişkiyi yaşayanlara zarar verir. O kadar hassastır ki bu duygu bazen tek bir cümle, tek bir kelime ya da tek bir davranış yetebilir güvenin kırılmasına. Bu duygu kaybedildiği anda da o ilişkinin türü ne olursa olsun maalesef bitmeye mahkumdur. Siz her ne kadar bitmesini istemeseniz de zaman sizi birbirinizden ayıracaktır. Çünkü güvensizlik iki tarafı da yoran, ilişkiyi hırpalayan bir unsurdur.

Güven deyince aklınıza sadece sevgililer gelmesin hayatın her alanında güvenilir olmak çok önemlidir. Bu arkadaşlıkta da , ailede de, iş hayatında da aynıdır. Güven kaybolduğu anda ilişkilerde sorunlar artan oranda baş göstermeye başlar. 

Karşınızdakine değer veriyorsanız ve size de değer vermesini istiyorsanız, hatta karşınızdakini kaybetmek istemiyorsanız eğer, ilk olarak onun güvenini kazanmaya çalışın. Bu güveni kazandığınızda da kaybetmemek için elinizden geleni yapın. 
Çünkü sevmek ve güvenmek birbiriyle iç içe geçen iki kavramdır. Güven azaldığında beraberinde sevgi de aynı oranda azalmaya başlayacaktır. 
Karşınızdakini ölümüne seviyor da olsanız (ki böyle bir kavram yok) güven sarsılmışsa, sevginiz de kısa zamanda zarar görecektir.

Bu yüzden,
Karşınızdakine güvenin,
Karşınızdakinin güvenini kaybetmeyin.

"Güvenilmek, sevilmekten üstündür." George McDonald

9 Eylül 2012 Pazar

Dur! Önce Kendine Bak

Bu zamana kadar kendinizle baş başa kaldığınızda kendinizi sorguladınız mı hiç? 
Kendinize "Neden?" diye sordunuz mu peki?
Başkalarını önünüze gelen her fırsatta hiç düşünmeden acımasızca eleştirirken, bir kere olsun karşınızdakini değil kendinizi eleştirmeyi denediniz mi hiç?
Bazen oturup düşündüğünüzde "Ben bunu niye söyledim ki?" dediniz mi hiç kendinize? 
Ya da "Keşke böyle davranmasaydım." diye hayıflandınız mı içten içe?

Bazen öyle şeyler yapıyoruz, öyle cümleler kuruyoruz ki bırakın karşımızdakini kendi kendimize şaşıyoruz. Her zaman doğru davranamıyoruz, hayat gayemiz doğru davranmak olsa bile bazen şaşabiliyoruz, "Beşer şaşar." misali...


Bazen öyle pişmanlıklarımız oluyor ki, tek bir davranış ya da tek bir cümle tüm gidişatı değiştirebiliyor çünkü... Düşünmeden hareket ettiğimiz, ya da umarsızca söylediğimiz tek bir kelime tüm sihri bozuyor ve maalesef hepimizin de bildiği gibi bozulan şeyler tekrar yerine gelmiyor. 


Bazen çok sevdiğimiz, değer verdiğimiz belki kaybetmekten deli gibi korktuğumuz insanları da kırabiliyoruz bilinçsizce. "Neden bunu yaptın?" sorusu da cevapsız kalıyor haliyle... 

Çünkü neden yaptığımızın cevabını bilmiyoruz.Çünkü bazı davranışları istem dışı gerçekleştiriyoruz. 
Kendimizi doğru anlatamıyoruz, daha kendimiz ne olduğumuzu anlamadan karşıdakinin bizi doğru anlamasını bekliyoruz.

Bazen öyle bir cümle kuruyoruz ki aslında vermek istediğimiz mesajın tam tersini ifade etmiş oluyoruz. Bazen de verilmesi gereken mesajı hiç veremiyoruz. Yanlış anlaşılmaktan korkuyoruz ama gün geçtikçe daha çok yanlış anlaşılıyoruz.


Aslında biz toplum olarak iletişim sıkıntısı yaşıyoruz.


"Her insanın üç kişiliği vardır: Ortaya çıkardığı, sahip olduğu, sahip olduğunu sandığı." Alphonse Karr

7 Eylül 2012 Cuma

Asortiğim Ben Yıaa

Son günlerde artık kış geliyor diye içimi yavaştan bir hüzün kaplamaya başladı...
Malum soğuk havaları sevmem ben. Kat kat giyinmek, ellerini cebinden çıkardığın anda parmaklarını hissetmemek, ayazı yüzüne yiyince yüz felcine doğru adım atmak falan hiç sevmem...

Soğuğu sevmem anlayacağınız, soğuk insanları da sevmediğim gibi.
Mesafesini koruyan, aman biraz karşımdakine uzak durayım da asaletim yürüsün diye kendini kandıran, burnu havada tipleri hep itici bulmuşumdur.
Onlar her ne kadar dışarıdan bakıldığında "cool" göründüklerini sansalar da aslında özünde bildiğin "asosyal" olduklarının farkında değildir bu türler.

Bu tipler kimdir, ne yer ne içerler, neden asosyal gibi görünürler peki?

Bu türün insanları öncelikle yaptıkları her harekete dikkat ederler, toplum içinde elini kolunu nereye koyacağını bildiğini zannederler, sürekli başkalarının düşünceleri ile yaşarlar ve en kötüsü de bir türlü kendileri gibi olamazlar.
Hiçbir zaman kendi gibi olamazlar çünkü hep bir "etraftakiler ne der" telaşı vardır içlerinde. Doğallığın ne demek olduğunu, doyasıya kahkaha atmanın tadını, kalabalık bir caddenin ortasında bir anda koşmaya başlamanın heyecanını hiç yaşamamışlardır hayatlarında... Hep yarım kalmışlardır aslında.

Pahalı mekanlar bu kişilerin gözde yerleridir. Oturup yemek yemelerini izlemek zaten tam bir travma. Düşünsenize bunlar hayatında hiç salaş bir cafede arkadaşlarıyla oturup hiçbir kelime kaygısı olmadan "geyik" yapmamış, her hangi bir diskoya gidip içinden geldiği gibi dans etmemiş, Cardinal Melon'dan başka bir şey içmediği için arjantin bardakta bira içmenin keyfine hiç varamamış...

Kısacası hiçbir zaman "canlı" olamamış. Yaşamış ama sadece nefes alıp vermiş. Kendi gibi burnu havada çevresiyle birlikte, şarap kadehi tokuşturup kendi gibi olmayanları küçümser bakışlar arasında oksijen tüketmiş sadece...

Aslında bu kişileri sosyal yaşama dahil etmek için projeler üretmek lazım derim ben, kendi dünyalarında aslında sandıkları kadar mutlu olmadıklarını göstermek lazım belki de. Hayatın sadece lüks mekanlarda, alışveriş merkezlerinde veya bir dünya kasılmış tipin bir arada bulunduğu masalarda olmadığını göstermek lazım.

Tevazuyu, anlayışı, iyi niyeti, insanları sevmenin güzel duygular olduğunu; yardımlaşmanın verdiği hazzı, işe yarama duygusunun ne demek olduğunu, karşındakine değer vermenin bünyede yarattığı olgunluk hissini anlatmak lazım.

Ne dersiniz bizim dünyamıza gelir misiniz?
En kısa zamanda 5 çayına bekleriz yanında kısırla kurabiye de var...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Değiştir(ME)

Mevlana der ki;
" Allahım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,
İkisinin arasındaki farkı bilmek için AKIL ver."

O kadar açık ki aslında burada anlatılmak istenen, hayatımızda yaptığımız en büyük hatayı özetleyen bir dua belki de...
İşte biz bu ikisi arasındaki farkı bilemiyoruz çoğu zaman, hep değiştiremeyeceğimiz şeyleri değiştirmeye çabalıyoruz hayatımızda.

İnsanları değiştirmeye çalışıyoruz, duyguları değiştirmeye çalışıyoruz, olayların gidişatını değiştirmeye çalışıyoruz...

Sabırsızız da çoğu zaman istediklerimiz istediğimiz anda olsun istiyoruz...Parmağımızı şıklattığımızda karşıdakinin değişeceğini düşünüyoruz. Değiştiremeyeceğimizi anladığımızda ise mutsuz oluyoruz.

Oysa ki bir şeyleri değiştirmeye çalışmasak; olayları, insanları, olguları oldukları gibi kabul etmeye çalışsak ulaşacağız belki de o döne döne aradığımız mutluluğa...

Farklılıkları da kabul edemiyoruz biz hayatımızda.
Irk ve din başta olmak üzere, kültür ve geleneksel farklılıkları reddediyor hep bünyelerimiz.
En önemlisi de düşünce ayrılıklarını kabullenemiyoruz hiç bir zaman, bundan değil midir zaten tartışma programlarında havada uçuşan koltuklar...

Karşımızdakinin düşüncesine saygı duymayıp, kendimize benzetmeye çalışıyoruz çoğu zaman, belki de kendimize benzetirsek mutluluğu yakalayacağımızı düşünüyoruz içten içe...
Ama karşımızdakini değiştirdiğimizde (ya da değiştirdiğimizi zannettiğimizde) daha mutsuz olacağımızdan da bihaberiz yine çoğu zaman...

Fakat gün gelip beklentilerimizin boşa çıktığını gördüğümüzde hayal kırıklığına uğruyoruz.
Shakespear 'ın da dediği gibi "Beklentiler daima yaralar." ama biz bunu bir türlü kabullenemiyoruz.

Evet belki de anahtar kelimedir "kabullenmek"...

Ama biz...

"KABULLENEMİYORUZ!"

Birini artı ve eksikleriyle kabul etmeyi öğrenemediğimiz sürece de mutlu olamayacağız. Çünkü her ne kadar farkında olamasak da birini değiştirmeye çalışmak, dalgalı bir kumsalda kumun üzerine isim yazmaya çalışmaktan farksız... Başardığını zannettmenle başa dönmen bir oluyor...

26 Ağustos 2012 Pazar

Çözümsüz Sorun Var mıdır?

Hayat bazen yorar insanı...
İnsanlar yorar, işler yorar, yolunda gitmeyen işler zaten hep yorar...

Bir şeylerin de yolunda gittiği nadir görülür zaten, tam rahata erdim derken bir yerden mutlaka bir şey çıkar ya o misal...

İnsanlar ise hayata inat hep o yorgunluklarını görmezden gelmeye çalışır, hatta yorgunluklarının üstüne gider, sonuç alamayacağını bilir ama yine de umudunu yitirmez...
Özellikle bazı insanlar doğası gereği belki de hep bir çözüm arar, sorunların çözülmek için var olduğuna inanır belki de...
Ama masal bu ya o sorunlar hiç bitmez...

Biri bitse diğeri başlar mutlaka, ya da tek "bir sorun" bir türlü çözülemez...
İnsan çözümsüzlüğe tahammül edemez ya hani o sorunu çözmek için de uğraşır durur, ama aslında farkında değildir sadece o sorunun etrafında dönüp durduğunun...
Ve sonunda durup bir etrafına bakar ve görür ki aslında başladığı noktaya geri dönmüş...

Hiç bir mesafe kat edememiş, bir adım yol gidememiş...
Sorunlar ve yollar karşısında öylece durur dalga geçer gibi...
Elin kolunu bağlamak istercesine öylece dikilirler insanın karşısına...

Ama insanoğlu bu yenilgiye gelemez...

Sonra derin bir nefes alır ve inanır bu sefer üstesinden geleceğine -daha önce kaç defa denediğini bildiği halde ilk defa deniyormuş gibi tekrar inanır-, elinden geleni de yapar belki; bu yolda arada ayağı taşa takılır sendeler, bazen düşer dizi kanar, bazen yorulur nefesi kesilir... Ama kafaya koymuştur üstesinden gelecek ve halledecektir. Ama zaman geçer bir bakar ki hala aynı yerde...

İşte o zaman ümidi kırılır insanın, bu zamana kadar çözümsüz hiçbir sorun yoktur derken, artık "çözemiyorum" demeye başlar.
Ve işte o zaman gerçekten yorulur insan ve önceki yorgunluklarının da aslında bir hiç olduğunu anlar.
Ve işte o zaman gerçekten yorulduğunu hisseder insan çünkü anlar ki bazı sorunlar çözümsüzdür...

"Her aptal yıldızlara dokunamayacağını bilir, ama bu akıllı bir adamın bunu denemesini engellemez." Harry Anderson

10 Ağustos 2012 Cuma

Değer ve Öfke Arasındaki İnce Çizgi

Sanırım sinirlenince çenem falan kitleniyor benim ağzımı kesinlikle açasım gelmiyor... Gerçi konuşmak istemediğim zamanlarda da etrafımda ne kadar insan varsa sürekli bir şeyler soruyor ya cevap vermek zorunda kalıyorum falan... Ne diyelim Murphy sağ olsun.

Sinirliyken susmak mı daha iyi yoksa içindekileri dökmek mi henüz onun ayrımına varamadım ama ikisinin de kötü sonuçlar doğurduğu aşikar.

Neyse gelelim günün sorusuna en çok neye kızarsınız? Ya da sizi nefes alamayacak kadar sinirlendirecek şey nedir? Bir cümle mi? Ya da bir davranış mı? Ya da hiç nefes alamayacak kadar kızdınız mı birisine?

Böyle oturup düşününce bir başlıyoruz saymaya liste haline geliyor kızdığımız şeyler.
"Yalan söylenmesine kızarım, haksızlığa kızarım, birinin bana sesini yükseltmesine kızarım, dedikoduya kızarım, ikiyüzlülüğe kızarım, sözünü tutmayana kızarım...." Kızarım da kızarım...
Uzuyor değil mi liste. Ne çok şeye kızıyoruz aslında, ne çok insana kızıyoruz. Sakin kalmayı beceremiyoruz bir türlü, hayatın stresi yetmezmiş gibi bir de üzerine biz strese sokuyoruz kendimizi.

Aslında kızacak tek şey ve tek kişi vardır hayatta...
Kızacağımız kişi kendimizden başkası değildir tabi ki. Kendimiz dışındakilere kızmak o kadar anlamsızdır ki aslında...
Kızacak tek şey nedir peki? Çok basit...
Karşımızdakilere biçtiğimiz değerdir. Yine kendi seçimlerimizle, kendi değer yargılarımızla etrafımızdaki insanlara verdiğimiz değerdir. Yukarıda liste halinde kızdığımız şeylerin özüdür aslında "değer"...

Karışık oldu değil mi biraz?

Denklem çok basit aslında, verdiğimiz değerin yersiz olduğunu gördüğümüzde kızıyoruz biz. Siz belki hala farkında değilsiniz ama biri size yalan söylediğinde size yalan söyleyene kızmıyorsunuz aslında. Verdiğiniz değerin karşılığında bu davranışı aldığınız için kızıyorsunuz. İçten içe "Bunu bana nasıl yapar?" düşüncesiyle kızıyorsunuz. Çünkü siz ona değer vermişsinizdir ve size göre o kişi o değeri hak etmemiştir.

"Ben bu değeri ona nasıl verdim!" düşüncesidir aslında sizi sinirlendiren ama görmek istemezsiniz, suçu karşıdakine atmak daha kolay gelir.
Kendimize kızmayı beceremeyiz, hatta kendimize kızmayı yediremeyiz kendimize. Bu nedenledir ki karşı tarafa saldırmamız.

Düşünsenize sizin için hiç önemli olmayan biri size yalan söylediğinde kızar mısınız? Ya da kızdınız diyelim günlerce kafanıza takar mısınız? Tabi ki hayır çünkü burada kızdığınız şey aslında "yalan söylenmesi, haksızlık edilmesi, sesin yükseltilmesi" falan değildir... "O" kişinin bu davranışı yapıyor olmasıdır bizim kızdığımız...

Ama hayatta tek suçlu vardır. O da "ben" dediğimiz kişidir. Çünkü etrafımızdakilere karşı tüm değer yargılarını belirleyen bizden başkası değildir.
Çünkü "O"nu sen seçmişsindir hayatına, sen hayatının her alanına dahil etmişsindir ve sen belki yanlış kişilere yanlış sıfatlar tanımlamışsındır.
Sonra karşılığını alamayınca, umduğunu bulamayınca, hayal kırıklığının verdiği öfkeyle karşındakine saldırmışsındır.

Ama diyorum ya "O"nun suçu yok, suçlu "Sen"sin.
Çünkü "O" sana bir şeyler vaat etmiyor aslında "Sen" ondan bir şeyler bekliyorsun ve alamayınca da kızıyorsun.

Bence herkes kendini bir sorgulamalı önce, hayatında kimi nereye koyduğuna, kime ne anlam yüklediğine tekrar bakmalı, karşısındakine kızarken tekrar düşünmeli...

"Sırtından vurana kızma, ona güvenip arkanı dönen sensin. Arkandan konuşana da darılma onu insan yerine koyan yine sensin." Charles Bukowski


30 Temmuz 2012 Pazartesi

Kördüğüm

Bazen her şey üst üste gelmez mi hayatta? Hani nefes alamayacak gibi olursunuz, boğulacak gibi...
İş bir yandan, aile başka yandan, aşkınız öte yandan, en güvendiğiniz dostlarım dedikleriniz diğer yandan... Hepsiyle aynı anda sorun çıkmaz mı sanki hayat sizinle dalga geçiyormuş gibi...

Belki de bir sorun yoktur aslında, ama biz etrafımızda olan biten her şeyi olumsuz gibi algılarız belki de, bakış açısı dediğimiz şey yani bir nevi...
Bir kere olumsuz bakmaya başladık mı bir türlü düzeltemeyiz ya hani... Biz olumsuzluktan çıkamadıkça da ters yöne girmişiz hissi gittikçe artmaz mı üstümüze üstümüze gelen cümlelerle?

Şimdiki zamanı hep geçmişle karşılaştırmaz mıyız böyle durumlarda? Hep böyle olayların kendi başımıza geldiğini yakınıp dururuz ya hani, aslında bizim gibi ne çok insan vardır etrafımızda ama biz kendimizden başkasının derdini görmeyiz ya bir türlü... Biliriz aslında içten içe ama inanmak istemeyiz belki de...

İnsanlara olan güvenimizi kaybettiğimizden belki de güvenemeyiz ya hiç kimseye, hatta gün gelir en yakınımızdakine bile. Güven sorununun beraberinde olumsuz düşünceleri getirdiğini görmezden gelerek davranırız ya hep...
Geçmişten ders çıkarmak kavramını hep kendi içimizde yanlış yorumlayıp geçmişin acısını bugünden çıkarırız ya hep...

Gün gelir hayata, insanlara, olaylara dair olumsuz düşüncelerimiz içinden çıkılmaz bir kördüğüm gibi artmaz mı hep?
Kördüğümü çözmeye çalıştıkça düğüm daha çok dolanır ya hani onun gibi bir şey işte...
Ya da düğüme baktıkça çözümsüz gibi gelir, içinden bir türlü çıkamayacağımızı düşünür, bir kenara çekilip ağlamak isteriz ya hani...

Aslında düğümü çözmek için tek bir nokta vardır.
İpi ancak oradan çekersek açılacaktır düğüm, başka yerlerden çekiştirdikçe daha çok birbirine dolanacaktır. Ama biz o "noktayı" bir türlü bulamayız ya hani kendi kendimize her şeyi daha karışık hale getiririz.
İçinden çıkamadıkça da daha çok umutsuzluğa kapılırız...

Tüm sorunların kaynağını çözecektir, belki tüm düğümleri açacaktır o bulduğumuz nokta...
Hayattaki en büyük meziyet de o noktayı bulabilmekte değil midir zaten?

"Düşün; her şey üstüne üstüne geliyorsa, belki de sen ters gidiyorsundur." Dostoyevski


25 Temmuz 2012 Çarşamba

Sıradaki Şarkı AŞK'a Gelsin

Bazen elini tutan bir el olduğunu düşünmek bile yeterdir gülümsemen için.
Parmak uçlarının parmaklarına dokunması yeterdir güven duyman için.


Bazen varlığıyla yanında olamasa bile sözcükleriyle ruhuna dokunması yeterdir yanında hissetmen için.
Bazen sadece seni anlaması, ya da hiç konuşmadan saatlerce dinlemesi, belki de gözlerini kırpmaksızın gözlerinin içine bakması yeterdir günün tüm stresini unutturmak için.

Bazen yerinde söylenen ufacık bir sözcük, sihirli değnek gibidir tüm bakış açını değiştiren, bazen de ufak bir sevgi dokunuşudur seni sevgiyle bütünleştiren.

Ve aşk bazen aynı anda özledim demektir birbirinden habersiz, 
Bazen de konuşmadan anlaşabilmektir sessiz sessiz.

Yeri gelince tutkuyla susmaktır belki de kim bilir...



4 Temmuz 2012 Çarşamba

Sevmekten Korkmayın

Bir an durup bir düşünün sevdiklerinizin, değer verdiklerinizin, hayatınıza anlam katanların hayatınızda artık olmadığını...

Şimdi! Şu an her şeyi bırakıp birkaç saniyeliğine düşünün bunu.
Belki gereksiz yere bağırdığınız, belki kalbini kırdığınız, belki de incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten konuşmadığınız kişinin artık hayatınızda olmadığını düşünün.

Hayal etmeyin ama. Gerçekmiş gibi gözlerinizi kapatın ve bir dakika kadar açmadan düşünün. Bunu gerçek anlamıyla yaparsanız eğer gözlerinizi açtığınızda belki gözünüzden akan yaşlara hakim olmaya çalışacaksınız ya da kesilen nefesinizi kontrol altına almak için temiz havaya ihtiyaç duyacaksınız.
Kendinizi çok kötü hissedeceksiniz belki, ya da bir pişmanlık dalgası kaplayacak benliğinizi. "Keşke" ile başlayan cümleler kuracaksınız belki de.

İşte bunları yaşamamak için hazır tüm sevdikleriniz etrafınızdayken sarılın onlara sıkıca, kırmayın birbirinizi, yarın unutacağınız sorunları bugün yaşamayın yok yere... Sevdiğinizi söylemekten korkmayın. Haykırın onlara sevginizi, içinizde tutmayın sözcüklerinizi, yarın keşke söyleseydim dememek için BUGÜN söyleyin. HEMEN  söyleyin.

Yanınızda olmasını istediğiniz kim varsa alın yanınıza, korkmayın. Ailenize, dostlarınıza, sevgilinize, aşkınıza ve sevgilerinize sahip çıkın, en önemlisi de susmayın. Çünkü bazen iki kelimelik bir "seni seviyorum" cümlesi, bir ömre bedel olabiliyor. Çünkü zaman akıyor, çünkü gün geliyor bir dakika önce yanınızda olan bir dakika sonra yanınızda olmuyor. Bu yüzden değerlerinizin kıymetini bilin.

Sevmekten korkmayan sevgi dolu insanlara gelsin...

"Derin ve ihtiraslı sev. Kalbin kırılabilir ama hayatı dolu dolu yaşamanın tek yolu budur." Erich Fromm

25 Haziran 2012 Pazartesi

Bu Bir İSYAN Biri Artık DUR Desin!

Gün geçmiyor ki canım ülkemde ağzımızı açık bırakan, "yok artık" dedirten bir haber çıkmasın.

Sağlık Bakanlığı' nın başlattığı yeni uygulamayla gebelik testi pozitif çıkan kızların babalarına, kızlarının hamile olduğunu bildiren  mesaj atılacakmış. Nasıl yani diyorsunuz değil mi?

Hükümet aldı başını gidiyor, bunu da yapmaz artık dediğimiz ne varsa çatır çatır hepsini bir bir yapıyor. İran'a benzetecekler bizi diye isyan edenlere dün gülenler bugün tepkisiz kalıyor. Bu uygulamanın amacı nedir peki diyorsunuz değil mi?

Hemen söyleyeyim bana göre dinimize göre "zina yasaktır" ibaresini hayata geçirmeye çalışmak. Yani bu uygulamayla evlilik dışı ilişkiyi caydırıcı yapmaya çalışıyorlar. Çünkü kürtaj yasağı yetmedi dahasını yapıyorlar.
Yüzde %50'lik kesim var ya onların hepsine söylüyorum buradan umarım daha beter olursunuz. Ama sizin gibi akıl yoksunu kesim yüzünden her zamanki gibi kurunun yanında yaşta yanıyor maalesef.

İlk olarak bu uygulamayı onaylayan babaların telefonlarına böyle güzel bir tebrik mesajının gelmesi en büyük temennimiz tabi orası ayrı.
Ama oturup bir sakince düşündüğüm zaman her seferinde "Nasıl ya?" diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Bu uygulama kişilik haklarına, özel hayata nasıl bir saygısızlıktır, nasıl bir despot yönetim şeklidir bu?
Sevgili başbakanımız kürsüye çıkıp kendisi gibilerle birlikte nasıl böyle bir karar alır ve benim bile sonuçlarının neler olabileceğini gördüğüm şeyleri görmezden gelir aklım ermiyor.

Genç nüfus arttırılmaya çalışırken yapılan bu gerizekalı uygulamalarla aynı oranda artan cinayetler, intiharlar, depresyonlar, şiddet ve benzeri durumlar nasıl görmezden gelinebiliyor? İnsanların cinsel hayatlarına bu denli müdahaleler nasıl yapılabiliyor, bu hakkı kendilerinde nasıl görüyorlar anlamıyorum.

Sezeryan yasaklanır, kürtaj yasaklanır bunlar yetmez bir de hamile kızın babasına mesaj yollanır! Anlam veremiyorum, bir kız böyle bir durumu bırakın babasına söylemeyi daha kendisine bile sesli olarak söyleyemezken, "devlet baba"dan kız babasına mesaj gider...

Eğer ki bu yöntemleri devlet doğum kontrol yöntemi olarak görüyorsa ona da bir cevabım var peşinden gelen ölümleri de kontrol edin derim ben.
Ben artık yorum yapamıyorum, ülkede mevcut binlerce sorun varken milletin uçkuruyla uğraşılmasına söyleyecek söz bulamıyorum.

Tek söyleyebildiğim Allah aşkına biri şunlara DUR! desin.


15 Haziran 2012 Cuma

Unutmayı Unutamıyoruz Biz

Biz neden böyleyiz?
Mutlu olmak yerine her daim acı çekmeyi severiz. Aslında acı çekmekten sürekli şikayet ederiz, artık mutlu olmak istediğimizi iddia ederiz ama yarın gider gene aynı taşa çarparız.

Biz neden hep kaçanı kovalarız? 
İstediğimizi elde ettiğimiz anda da arkamıza bile bakmadan kaçmaya başlarız. 

Nasıl manyaklarız biz?
Psikolojimiz bizi nasıl bu kadar ele geçirmiş ki hep zor olanı severiz. 
Daha zor oldukça daha çok severiz. 
Daha çok sevdikçe daha çok acı çekeriz. 
Daha çok acıyla da daha çok bağlanırız. En sonunda da çıkmaza saplanır kalırız.

Peki ya biz neden bu kadar acımasızız?
Bizi delicesine seven insanları içimizdeki acının etkisiyle mi hırpalarız, yoksa kaybetme korkumuz olmadığından mı... 
Geçmişteki korkularımızı bir türlü üstümüzden atamadığımız için mi koruma kalkanlarımızla yaşarız? Yoksa koruma kalkanlarımızı suya indirdiğimiz anda darbe yiyeceğimizi bildiğimiz için mi?

Aslında biz niye sürekli geçmişte yaşarız?
Önümüze çıkan her fırsatı "korkularımız" yüzünden elimizin tersiyle iteriz. Bunu yaparken de karşıdakine tarif edilemez bir acı yaşatırız. 

Biz neden şimdiki zamandaki tüm insanları geçmiştekilerden sanarız?
Kaybedeceğimizi bile bile neden kopamayız geçmişten, kapıyı kapattığımızda her şeyi o dağınık odada neden bırakıp gidemeyiz ki? 
Hep "Bir şey unuttum mu acaba" der gibi odayı ve içinde yaşananları aklımıza getiririz? Ya da neden hep "Kesin bir şey unuttum" diye kendimizi şartlarız ki?

Asıl sorun da bu değil mi aslında unutmayı unutamıyoruz biz. Sürekli unutmamız gerektiğini aklımıza getirdiğimiz için, sürekli kendimize koyduğumuz kurallar yüzünden her defasında aynı hatayı yapıyoruz biz.

Ve geçmişin faturasını bugüne kestiğimiz için her seferinde fiyat farkı ödüyoruz biz...

"Unutan iyileşir." Nietzsche

10 Haziran 2012 Pazar

Mutluluğun Formülü

Bazen huzur denizin maviliğindedir, bazen bir kahve fincanında belki de güzel bir rüzgar esintisindedir sana sahip olduklarını hatırlatan...
Bazen huzur rüzgarın esintisiyle savrulan yeşil bir yapraktadır, sana yaşamı anlatan...
Bazen huzur bir sigara dumanındadır, bazen sana bakan bir çift buğulu gözdedir...
Bazen bir rakı kadehinde bazen de Müzeyyen ablanın o içli sesindedir...

Huzur...

En ihtiyaç duyduğumuz şeydir aslında huzur, döne döne etrafımızda aradığımız, hemen hemen her gün onu bulamadığımız için söylendiğimiz...
Ya da "Huzur ver artık" diyerek karşımızdakilerin bize sunmasını beklediğimiz, aslında yaşamımızın herhangi bir noktasında her daim var olduğundan bilinçsiz...

Huzur vermiyor diye suçu hep başkalarında aramamız ne gariptir aslında, oysa ki asıl suçlu aynaya baktığımızda karşımızdaki yansımanın ta kendisidir.
Ama biz suçu karşımızda aramaya o kadar çok alışmışızdır ki, huzursuzluk yaratan her şeyi hayatımızdan uzak tutmanın kendi ellerimizde olduğunu çoktan unutmuşuzdur.

Bazen mutsuzluğa o kadar alışmışızdır ki yanı başımızda duran küçük mutlulukları göremez hale gelmişizdir. Hayata karşı olan olumsuzluğumuz, tüm huzursuzlukları da beraberinde getirmiştir. Biz her geçen gün daha  mutsuz, daha kaygılı, daha olumsuz olurken en güzel zamanlara gözlerimizi kapamışızdır.

Oysa ki huzur hep bizimledir sadece biz onu görmek istemeyiz. 
Huzur baktığımız yerdedir, huzur bakış açısındadır, huzur görmezden geldiklerimizdedir, huzur kendimizdedir; kendi içimizde...

Mutlu olmak için fazla etrafa bakınmaya gerek yok kendi içinize dönün yeter.

"Mutluluk, karşımıza çıkmasını beklemekle değil, karşısına çıkmayı bilmekle elde edilir." Webster.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Biz Hep Böyleyiz

Güvenirsiniz...
Güvenmemeniz gerektiğini içten içe bilseniz de doğanız gereği, bir şeylere bağlanma isteğinize karşı koyamaz yine güvenirsiniz...

Üzülürsünüz...
Gözlerinizden akan damlaya o garip gülümsemeniz eşlik eder, kendinize söylemek istediğiniz bir şey vardır. Titreyen dudaklarınız kımıldarken sözcükler boğazınızda düğümlenip kalır, konuşamazsınız...

Ama içinizdeki "o ses" çığlıklar atar aslında, beklenmedik biranda çıkan rüzgarın masanın üzerinde ne var ne yoksa uçurup götürmesi gibi parçalar içinizdeki tüm belkileri.
"Bilmiyor muydun, bilmiyor muydun?" diye...

-Biliyordum...

Bile bile yaptığımız ne varsa vurur yüzümüze, savunmak için hareket etmek isteriz, ama izin vermez...Ayağa kalkabilsek belki o muazzam sesi alt edebileceğimizi düşünürüz. Ama ne mümkün...

O kadar güçlüdür ki "o ses" bazen çıldıracağımızı zannederiz. Bazen bir daha hiç konuşamayacağımızı hatta nefes alamayacağımızı düşünürüz. Sussun isteriz, gitsin artık isteriz...

Bazen susar da...
Kurtulduk zannederiz...

Ama hiç olmadık zamanlarda tekrar can bulur "o ses" .
Ne zaman bir hayal kırıklığına uğrasak, ne zaman sonucunu bildiğimiz halde belki öyle olmaz diyerek yaptığımız şeylerin sonucuna katlamak zorunda kalsak ve ne zaman ağlasak...
Hiç fırsat vermeden ortaya çıkar tekrar...

"Ben sana demiştim"

....

Aradan zaman geçer...Unuturuz her şeyi, tüm yaşadıklarımızı. Acılarımızı geçmişe gömdüğümüz için neyin bizi yaraladığını unuturuz hep, geçmişten asla ders çıkarmayız.
Sanki daha önce hiç başımıza gelmemiş gibi, bırakırız kendimizi hayatın akışına, hep "Anı yaşa" diye kandırırız kendimizi...
Hayatın bizi hiç yanıltmayacağını biliriz aslında ama yine de boşveririz.

Anlık mutluluklarda boğuluruz ta ki "o ses" ortaya tekrar çıkıncaya kadar...



"Geçmişi hatırlamayanlar, onu tekrara mahkumdurlar." George Santayana

31 Mayıs 2012 Perşembe

Yasaklar Ülkesinde Kadın Olmak

Türkiye'de kadın olmanın yine içimizi burktuğu günlerdeyiz...

Herkesin bildiği üzere toplum yapısı olarak ataerkil bir geçmişe sahibiz kabul, ama gün geçtikçe bu yapıyı fırsat bilen, kendi lehine kullanan zihniyetler artmıyor değil. Gün geçmiyor ki saçma bir gündem konusu, ağzımızı açık bırakacak bir haber almayalım.
Hepinizin de bildiği üzere son bir haftadır ülke gündemini tepe taklak eden, muhteşem beyinlerden çıkma yaratıcı konumuz "kürtaj".

Kürtaja gelmeden önce yasaklar ülkesindeki kadın profiline şöyle bir göz atalım derim ben.

Kırsal kesimlerde kız çocuklarına ve kadına olan bakış açısını az çok hepimiz biliyoruz.
Kadın, erkeğin ihtiyaçlarını karşılamak için, daha kendine bakmaktan aciz olan erkeğin "yaşamını devam ettirebilmesi" için dünyaya gelmiş gibi algılanıyor bizim ülkemizde...
Söz hakkı tanınmayan, fikri sorulmayan, her gün şiddete maruz kalan, fiziksel şiddetin olmadığı günlerde hakarete maruz kalan kadınlarımız...

Buradaki hedef kitle kim diye soracak olursanız eğer...
Daha yeni doğmuş kız çocuğunu değersiz gören, kendi çocuğunu, kendi parçasını hor gören bir zihniyetten bahsediyorum.
Eğitim hakkı babası tarafından, söz hakkı yaşadığı bölgenin kural koyucuları tarafından, yaşama hakkı kendini bilmez Allah'tan korkmaz kör cahiller tarafından elinden alınan kız çocuklarımızdan, kadınlarımızdan bahsediyorum...

Ne de olsa kadın dediğin gülmez, eğlenmez, akşam dışarı çıkmaz, fazla konuşmaz, çalışmaz, evde çoluğuna çocuğuna bakar, kocasına cevap vermez...
(Ha bu arada metropollerde doğup, büyüdüğü halde hala kırsal kesim zihniyetinde olup kadın dediğin hizmet eder mantalitesinde olan erkekleri de unutmamak lazım.)

Hal böyleyken, zaten durum kötünün de kötüsüne giderken, bir yönlendirici, rol-model olarak alınan, milletin sözcüsü, sürekli göz önünde bir erkek olan sevgili başbakanımızın kadına değer veren açıklamalarda bulunması gerekiyorken "Kürtaj cinayettir!" söylemine şaşırmamak elde değil.

Bu nasıl bir düşüncesizlik, nasıl bir hakimiyet duygusu, nasıl bir cehalet...
 Dur bir dakika önce şu soruyu sorayım..
 Be adam SEN KİMSİN?
Elimizden almadığınız, üzerimizde hakimiyet kurmaya çalışmadığınız tek konu bu kalmıştı değil mi?
Sen kimsin ki benim bir birey olarak özgür kararlarım üzerinde kürsüye çıkıp ahkam kesiyorsun?
Sen kimsin ki zaten toplumda yeterince ezilen, şiddet gören, belki zorla, belki bilgisizlikten, belki de sadece "hata" ile hamile kalmış olup daha sonra bu yükü kaldıramayan kadınlarımıza satır aralarında da olsa KATİL diyorsun.
Zaten kadının üzerinde hakimiyeti olduğu düşünen hödükleri iyice alevlendirip kadının üzerine salıyorsun.


Bir de yetmiyormuş gibi "Sezeryana karşıyım." diyorsun. Yahu sana fikrini sorduk mu? Çocuğumu nasıl doğuracağım da dert mi oldu artık sana. Bir yatak odamıza girmediğin kalmıştı onu da yaptın artık!

Öbür taraftan Sağlık Bakanı çıkıp tecavüze uğrayan kadın doğursun devlet bakar diyor.
Daha devlet sokaktaki çocuklara bakamıyorken, yoksulluk ve sefalet gün be gün artarken, devlet yenilerine nasıl bakacak acaba? Ama durun genç nüfus olsun da torbadan olsun.

Daha devlet teröre müdahale edemiyorken, her gün öldürülen kadın sayısına yenisi ekleniyorken, şehit sayısı son yıllarda en yüksek rakama ulaşmışken, ve sen bunların hiçbirini çıkarıp bu kadar gündem konusu yapmıyorken, doğmamış çocukların mı derdine düştün be adam?

Sokaklarda canlı canlı işkencelere maruz kalıp köşe başında yaşamını yitiren insanlar varken, ve bunların sorumluları dışarıda fink atıyorken, sen kim bilir hangi sebepten karnındaki canlının yaşamına son veren anneyi katil diye suçluyorsun...

Daha fazla devam edemeyeceğim durmak yok yola devam edin...


"Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz, derhal kadının hayat şartlarına bakın." Stuart Mill



30 Mayıs 2012 Çarşamba

Çağımızın Hastalığı: Eleştirmek


Son zamanların modası "eleştirmek"miş. Hala bilmeyen ya da duymayan varsa bu son trende dahil olsun mutlaka. (Yazının sonuna gelince bu dediğimi tekrar düşünün ama)

Sizin de etrafınızda bol miktarda vardır aslında üstüne hiç vazife olmadığı halde her şeyi eleştirme hakkını kendinde görenler...Şimdi aranızda "Eleştiriye kapalı biri misin?" diye içinden geçirenler olabilir ama benim burada eleştiriden asıl kastettiğim; yerli yersiz, gerekli gereksiz her şeyi eleştirme davranışı...Çünkü gerekli ve karşıdakinin gelişimi için yapılan eleştirileri sonuna kadar destekleyen bir insanım.

İşin bir parçacık teori kısmına girecek olursak, bir şeyi eleştirmek için önce o konu hakkında bilgi sahibi olmak gerekir bunu az çok hepiniz biliyorsunuzdur. Ama bizde öyle mi bizim insanımız her şeyi eleştirebilir, bilmesine gerek bile yok. Konu başlığı konu hakkında yorum yapması için onun için yeterli oluyor zaten...

Örneğin: +" Yeni bir tost makinesi çıkmış 30 saniyede tost yapıyormuş ve inanılmaz lezzetli oluyormuş duydun mu Fadime Abla."
-"Amaaaaan bunların hepsi para tuzağı anacım, hem kesin o çok elektrik yakıyordur. Geçen bizim Hasibe Karfur'dan ütü aldı son teknolojiymiymiş neymiş aha bak 2 güne bozuldu. Boşver sen alma sakın, harcama paranı onlara."

Şuanda hayal gücümle yarattığım örnekte de görüldüğü üzere Fadime Abla daha konuyu duyar duymaz, makine neyin nesiymiş araştırmayı bırakın, anında kafasındaki ön yargılarla konu hakkında yorum yapmakla kalmadı bir de karşısındakine "alma sakın" diyerek caydırma girişiminde bile bulundu. Biz bunlara halk arasında "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar" diyoruz.

Bu sınıfa giren insanların dışında bir de ayrı bir sınıf vardır ki aman aman evlerden uzak. Bu kişiler kendisine fikri sorulmadığı halde karşısındakinin giyimi, dış görünüşü, yaşam tarzı, davranış biçimi, kara kaşı kara gözünü bile eleştirebilir potansiyele sahip olanlar. Utanmasalar gözünün üstünde niye kaşın var bile diyebilirler. Bunlara da "Otu boku eleştirenler" diyoruz. Bunların en büyük yan etkisi karşısındakini sinir hastası yapabilme olasılığıdır. Çözüm önerisi böyle bir insanla karşılaştığınızda acilen kaçınız!

Bu iki sınıf insancığı bir odaya kapatsak birbirlerine neler yapabileceklerini düşünmek bile istemiyorum.
Şimdi gelelim fasulyenin en güzel kısmına, bu yazıyı okuyan sevgili ve değerli okurum  eğer sen de bir kendine dönüp baktığında kendini bu iki gruptan birine yakın hissediyorsan benden sana tavsiye YAPMA canımın içi... Eleştiri yerinde ve zamanındaysa çok faydalıdır o ayrı. Özellikle insanların gelişimi için yapıcı eleştiriler olması gerekendir zaten. Ama sırf konuşmak için, sırf kendini tatmin etmek için ya da sırf karşıdakinin motivasyonunu düşürmek, sinirini bozmak için eleştiriyorsan YAPMA hayatımın anlamı.

Çünkü aynanın diğer tarafı o senin sandığın gibi renkli değil. Karşıdan bakınca cahil, boşboğaz ve bir o kadar da art niyetli gözüküyorsun. Bu da benden sana günün tavsiyesi olsun ;)

"Birisini tenkit etmek istersek en münasip yer aynamızın karşısıdır." Bernard Shaw

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Huzur Şehri İzmir


Uzun zamandır düşünüyordum ilk yazımın konusu ne olmalı diye...
Bu sabah gözlerimi yine yağmurlu bir İstanbul sabahına açınca dedim ki kendi kendime neyi düşünüyorsun tabi ki İzmir olmalı...
İlk yazımın İzmir olması İzmir hakkında son yazım olduğu anlamına gelmiyor tabi daha çok okursunuz İzmir yazılarını benden...

Mayıs ayının sonlarına gelip hala bu havayı görmek malum moral bozuyor insanda ve daha Nisan ayında insanın içini ısıtmaya başlayan İzmir'e olan özlem kat be kat artıyor. Sabah uyandığınızda hadi bu sabahta Alsancak Kordon'a gidip denizden yüzünüze vuran rüzgar eşliğinde kahvaltı edelim diyebilirsiniz mesela. Gittiğinizde daha sabahın 11'i bile olsa patates bira kombinasyonu yapan insanları göreceksiniz yadırgamayın şimdiden söylüyorum. Alkol için özel bir saat yoktur İzmir insanında, her gün her saat içilebilir.


Vapur sesleri, insanların gülen yüzleri, muhtemelen birkaç kahkaha atan genç kız eşliğinde yeşil ve mavinin birleştiği ortak noktada çayınızı yudumlayabilirsiniz. İzmir insanları genelde hep mutludur. Suratsızına nadir rastlanır...Bir yol sormaya kalkışsanız "Hadi gel bırakayım seni" diyen olursa hiç şaşırmayın. 

Bunun dışında İzmir Belediyesi takdir ettiğim nadir kurumlardan...Şehre değer verildiği o kadar belli oluyor ki anıt ve heykellerle bezenmiş caddelerinden, yemyeşil çimlerinden, tertemiz sokaklarından ve olmazsa olmaz palmiyelerinden...



İzmir bana hep huzur vermiştir. Gökyüzünün mavisi, güneşin denize vuran yansıması ve o muhteşem bahar havası...İzmir'e bir gelen bir daha geri dönemez demişlerdi inanmamıştım. 5 yıllık okul hayatımdan sonra geri dönmek "zorunda" kaldım ama gelin bir de bana sorun neler hissettiğimi. 2010 Haziran ayında temelli bağlarımı kopardım ama bu bağlar sadece fiziksel anlamda koptu.

İzmir'de yaşamayan anlayamıyor bu bahsettiğim "bağların" ne olduğunu haliyle...Bir gün yaşama fırsatını inşallah yakalarsanız ve beni daha iyi anlarsınız.
Bu İzmir yazısı başlangıç yazısı olsun. Daha sadece Kordon'da kahvaltı ettik bunun öğle yemeği var, akşam yemeği var, nargile-kahve keyfi var, çimlerde oturup tabu oynaması var.. Narlıderesi var, Karşıyakası var, var da var...

Ha bir de aşkları var. Durun o da diğer yazıda...

Gününüz aydın, yüzünüz parlak olsun ;) 

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Geldim

Direndim direndim ama en sonunda ben de geldim....
Sayfamız yapım aşamasındadır lütfen bekleyin....;)